-Lâiklik Hukuk Kuralına Turancı Bakış-
Bu yazımız, kavramlar ve tanımların birbirine girdiği bir dönemde, tanımı aslında bizce bilinen fakat kavramının nedense bilerek ve isteyerek birileri tarafından bize yanlış dikte edilmeye çalışıldığı lâiklik hukuk kuralı üzerine olacak…
Bu yazıyı yazmamın birinci amacı; hemen hemen her konuda kavram karmaşasının yaşandığı günümüzde, önemli gördüğüm bir “tanımın” anlamı üzerine istişare etmek böylece başta Türkiye Türkleri olmak üzere, “bizi böldüğüne inandığım” bir konu üzerinde insanları düşündürmektir.
İkinci amacı ise, ben Türkçü Turancıyım.
Dolayısıyla yarın Türk Birliği bir devlet yönetimi ile kurulduğunda, “bu devletin tebaası arasındaki ilişki ve devletin tebaası arasındaki inanç farklılıklarına nasıl bakmalıdır” sorusuna cevap bulmaktır.
Biz Türkçü Turancılar milletimizin inancını değil devletini yönetmeye talibiz.
Dolayısı ile yarın Türk Birliği yani Turan Devleti vücuda geldiğinde bu devletin tebaasından bırakın başka dinlere inanan Türkleri, aynı din mensubu Caferi mezhepli Güney Azerbaycan Türk kardeşim ile Ehl-i sünnet mezhepli Türkiye Türk’ü kardeşim bir devlet altında nasıl bir arada “mezhep kavgası olmadan” yaşayabilir düşüncesi bu yazıyı yazmama sebeptir…
Bu konu üzerine kafayı yorduğumda ve araştırdığımda bir Türk alimi olan İmam Maturidi cevazıyla Selçuklu zamanında uygulanmış Türk tipi lâiklik hukuk kuralı aklıma geldi.
Mustafa Kemâl Atatürk’ün de bahsettiğim Türk alimine olan ilgisini bildiğim için araştırmalarım, Cumhuriyet Tarihi’ne yöneldi.
Tabi olarak yazacaklarımı kabul eden de olur, etmeyen de…
Bununla beraber eksiğim olabileceğini de kabul ediyorum lâkin asıl derdim bu konu üzerine düşünülmesi gerektiğidir.
“Lütfen bu yazıyı bir istişare kabul ediniz…”
İstişaremizde önce lâikliğin gerçek anlamı ve bize dayatılmak istenen anlamını ortaya koyacağız.
Lâikliğin Türkiye Cumhuriyeti siyasal hayatına nereden geldiği, asıl amacının ne olduğu ve Turan Devleti’ni yönetmeye talip olanların bu hukuk kuralına neden ihtiyacı olduğu konusuna değineceğiz.
Öncelikle “gerçek” lâikliğin anlamı nedir ona bakalım….
“Lâiklik; bireylerin din, vicdan ve ibadet hürriyetinin yasal güvencesi olan bir hukuk kuralıdır.”
Devlet; din ve vicdana müdahil olamaz, inançları yönetemez.
Devlet’in yapması gereken inançları düzenlemek değil vatandaşlarının inançlarını özgürce ifade edebilmeleri ve ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için gerekli yasal düzenlemeleri yapmaktır.
İnançlar, siyasete alet edilmemesi gereken bütün insanlığa ait manevi değerlerdir.
Devlet yönetimi ve insanların kutsal inançları; lâiklik maskesi arkasına saklanarak din düşmanlığı yapanlar kadar din maskesi arkasına saklanarak devlet düşmanlığı yapanlara da bırakılamaz.
Lâiklik ilkesinin dindarlara ve topluma karşı bir baskı aracı olarak kullanılmasına izin verilemeyeceği kadar, inançların toplumda bir “ruhban sınıfı” oluşturmak için gruplaşma ve çıkar amaçlı kullanılmasına da göz yumulamaz.”
Bu tanımdan lâikliğin “inananlara” lâzım olan bir hukuk kuralı olduğunu anlıyoruz…
Yani tanımdan bir başka ifade ile lâikliğin, elinde gücü bulunduranların, herkesin yaşayışına ve âdetlerine baskıcı olmaması demek olduğu çıkıyor…
Peki asılı yukarıdaki anlatılan lâiklik ise günümüzde bize dayatılan nedir?
Günümüzde bize dayatılan lâiklik ne yazık ki “lâ-dini”lik anlamını taşımaktadır.
Yani bugün bize dikte edilmek istenen lâiklik, inanmışların ve dâhi inanmamışların arasında ayrım yaparak, gücü elinde bulunanların kendine yakın olanları “kayırdığı”, yakın olmayanları “ezdiği” bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bununla beraber 1937’den beridir lâiklik Türk’ün baskın dini olan İslâm’a karşı olanların, Müslümanları dinden soğutmak veya inananlara zulüm etmek için kullanılan bir kavram olarak da karşımıza çıkmıştır.
Özellikle benim de tanık olduğum, 90’lı yılların sonuna doğru, inanan kimselere ki özellikle de Müslümanlara yaptırım adına kullanılan lâikliği, Mustafa Kemâl Atatürk’e dayandırıp, yapılan zulümlere de sanki Cumhuriyetin olmazsa olmazı diyerek bir kutsal anlam yüklenmek istenmiştir.
Peki günümüzde dayatılan ve bir hukuk kuralı olmanın ötesinde “yönetim biçimi” olarak kabul edilen lâikliğin Türkiye Cumhuriyeti siyasi hayatındaki gelişimi nedir?
Lâiklik ilk defa 1924’de Lozan Konferansı’nda Rıza Nur tarafından dile getirilmiş, sonradan Cumhuriyet Halk Partisi’nin “6 OK”u arasında İsmet İnönü’nün gayreti ile yer almış bir husustur!.. (1931)
Parti tüzüğünde açık bir tanımı olmadığı için de, bugüne kadar süren bir tartışmaya yol açmıştır…
Anayasa’ya girişi 1937 yılındadır…
Yani Atatürk’ün hastalanmasından sonra ve HATAY konusu ile meşgul olduğu en yoğun günlerde…
İsmet İnönü’nün öncülüğü ile Anayasada 1937 yılında yerini almıştır lâiklik…
ve dikkat edin Atatürk’ün hiç bir yerde lâiklik ile ilgili bir beyanat’ına, yani uzun uzun konuşmasına da rastlanmaz!…
Atatürk’ün lâiklik hakkındaki sözleri fazlaca olmamakla beraber kısadır.
(örnek, bakınız: Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi I-II, YÖK Yayınları, Ankara, 1986)
Yani, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki lâiklik anlayışı, Mustafa Kemâl’in hastalanması ve vefat etmesi nedeni ile yarım kalmış işlerinden biridir.
Bununla beraber kendisine Atatürkçüyüm diyenlerin, Türk Milliyetçisi Atatürk’ü “sadece” lâiklik ile anmaları da garip ve bir o kadar da üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün anladığı ve uygulamak istediği lâiklik ile son yıllarda uygulanmaya çalışılan lâiklik arasındaki farklara bakar isek,
Farklar Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinden net bir biçimde ortaya çıkacaktır;
“Lâiklik bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmek demektir. Ona göre düzeltiniz.” (Özdeyişlerle Atatürk, 1981, s.24)
“Lâiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için hakiki dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.
Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, terakkinin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.”
(Atatürkçülük I, s.110; Borak Sadi: Atatürk ve Din, İstanbul 1962, s.4)
Lâikliğin Fransa’dan/Batı’dan getirdik/getirildi diyenlerin aksine isterseniz, bize göre Mustafa Kemâl Atatürk’ün yaklaşık 900 yıl öncesini inceleyip Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in uygulamasını örnek alarak tatbik etmeye çalıştığı lâiklik nedir ona bakalım…
1058 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Abbasi halifesi ile din işlerinin halife tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine karışmaması gerektiğinde anlaşır. Halife kendi belindeki kılıcı sultanın beline takar.
Böylece siyasi/devlet yönetimi ile din/inanç işleri ayrılmış olur.
Bu duruma karar verilmesinin sebebi, Peygamberin vefat edişinden 1058 yılına kadar özellikle dört halifeden sonra, Halifeliğin bir “siyasi güç” unsuru olarak kullanılması ve özellikle Emevi döneminde Halifeliğin “dini” gücü kullanılarak birçok Müslüman kanının, erk kavgalarında akması dolayısı iledir.
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in bu ictihadı, Ehl-i sünnet âlimlerinden, Türk-İslâm Alimi (863-944) İmam Maturudi’nin cevazlarından aldığı bilinmektedir.
İmam Maturudi’nin bu cevazı aşağıdaki gibidir;
‘Devlet yöneticileri meşruiyetlerinin kaynağını ilahi bir güçten alamazlar!
Bu İslam’a aykırıdır. Onlar birer kuldur ve bu dünyanın yasalarına tabidir.’
O’nun döneminde devlet yöneticilerinin ‘Yeryüzünün Sultanı’ gibi ifadeler kullanmasını şiddetle eleştirmiş ve Cuma hutbelerinden bu sözler çıkartılmıştır.
İmam Maturudi’nin (ki İmam Maturudi İmam Eşari ile beraber Ehl-i sünnet ekolünün baş imamlarındandır) ictihadlarında akıl önemlidir.
Zirâ kendisi dinin iki kaynağı olduğunu ve bunların birincisinin “akıl” , ikincisinin “nakil” olduğunu söylemektedir.
‘Nakil,’ Kur’an ve Sünnet’ten oluşurken, ‘Akıl’ ise özgür insanın sorgulama yeteneğinden oluşmaktadır.
İmam Maturudi ‘İki kaynak da eşit derecede önemlidir.” demektedir.
Mustafa Kemâl Atatürk’ün Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından Selçuklu Devleti yönetimine sokulan bir hukuk kuralı olduğu şekli ile lâikliği ele alırken,
İsmet İnönü ile başlayıp günümüze kadar gelen lâikliğin ise, Fransız ekolünden geldiği ve gitgide, bir takım “elit” grupların, inananlar ki özellikle Müslümanlar’ın üzerindeki baskısına dönüşen bir “yönetim biçimi” olduğunu açıkça görmekteyiz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk tipi laikliği’ni Batı’dan değil; Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’den aldığının kanıtı ise, Nutuk’tur.
Nutuk’ta bu konu, “Belgeler” bölümünde 18 sayfa tutar.
Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1922’deki meclis konuşması da bahsettiklerimizi destekler konumdadır.
Kaldı ki; Cumhuriyet kurumsallaşırken Mustafa Kemal Atatürk’ün , Meclis kürsüsünden konuşacak Sait Bey’den, ‘Biz amelde Hanefi, itikatta Maturidi’yiz.” cümlesini söylemesini istemesi,
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a kendi cebinden ‘Kur’an Tefsiri” yazdırırken, imzalattığı kontrata;
“Bu tefsir, Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadı üzerine kaleme alınacaktır.” maddesini koydurtması da, Mustafa Kemal Atatürk’ün, İmam Maturudi’nin içtihatlarına verdiği önemi de gözler önüne sermektedir.
Bunca kanıt ve istişareden sonra sormamız gerekirse;
Türk ve İslâm Tarihi incelenince,
Türk Devleti’nde Fransız/Batı Lâikliğinin ne gibi yararı olur?
Müslüman Türk’ün çoğunluk olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne Fransız/Batı Lâikliğini getirmek akîlâne midir?
Peki bu abes düşünceyi, her şeyi ince eleyip sık dokuyan, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâlinin ve Tefsirinin yazdırılmasına emir veren bir zâtın yapmasını düşünmek abes ile iştigâl etmek değil midir?
Aslında gerçekler göz önündedir.
Türk Devleti Selçuklular’ında kullandığı ve Atatürk’ün de benimsediği gibi;
Devlet yönetiminde hilafetin “dine ait olan otoritesini” bırakıp, dünyaya ait otoritesini (saltanatı) almaları, ümmeti ve milleti birbiri ile kenetleme düşüncesi birilerinin işlerine gelmemiş ki, o birileri 1937’lerden sonra Fransız tipi lâikliğin üzerine düşmüşlerdir…
Özellikle 70’lerden sonra sünni Müslümanlara daha öncesinde ise alevi Müslümanlara lâiklik ve Atatürk adı altında yapılan “zulmü” hiçbir ehl-i İslâm kabul edemez…
Bu yazıyı okuyan herkesin 28 Şubat süreci diye bilinen süreçteki lâiklik adı altında yapılanların aslında son 18 yılın iktidarının önünü açmak adına yapıldığını bugün perspektifinde gördüğüne inanıyorum…
Yinelemek isterim ki;
Lâiklik bir hukuk kuralıdır, gerçek lâiklik hukuk kuralının Osmanlı’da da en net ifâdesi ise Fatih Sultan Mehmed’dir. (Sultan II. Abdülhamit devri de araştırılırsa bugün birilerine çok ters gelen bazı laik uygulamalar da görülecektir)
Peygamber Müjdesine nail olmuş, Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u feth ettiğinde ferman verdiği “Amannâme’sinde” ;
“Galata halkının, bize tabi olan sair halklar gibi, âdet ve ibâdetlerini serbestçe yapmalarına izin veriyoruz.” demesi,
İslâm’ın bizim yazıda da anlattığımız lâikliğe bakışını gösteren bir örnektir.
Aynı şekilde Selçuklu’daki özeti ise:
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelip, Halife’yi Büveyhiler’in elinden kurtarıp tekrar tahtına oturttuktan sonra,
İmam Maturudi’nin ;
“Devlet yöneticileri meşruiyetlerinin kaynağını ilahi bir güçten alamazlar! Bu İslam”a aykırıdır.” görüşü üzerinden, fiiliyatta halifeler hükümdarlara tabii olmasına karar vermesidir.
Tuğrul Bey’in, Fatih’in ve Mustafa Kemal’in uygulamak istediği gerçek lâiklik ne bir yaşayış biçimi, ne bir siyasi ideoloji ne de fikriyattır.
Lâiklik bir hukuk kuraldır ve bu kuralın Allah Kelâmı Kur’an’daki adlandırılışı da, Kafirun suresindeki;
“Senin dinin sana benim dinim bana” ayeti ile tescillenmiştir.
Bunu anlamak için dört halife sonrası İslâm Tarihini araştırmak ve okumak kâfidir.
Dini ve siyasi yönetimin aynı koltukta olmasının, din liderinin siyasi yönetime karışmasının özellikle Emevi Devletinde ve birçok Türk ve İslâm Devletlerinde ne tür haksızlıklara ve kıyımlara yol açtığı ittifak ile sabittir.
Lâiklik hukuk kuralı’nın gerekliliği, Türk Birliği yani Turan Ülküsünü benimsemiş Türk Milliyetçileri’ne daha da fazladır.
Zirâ bütün Türkleri, bir bayrak ve bir devlet altında toplamak isteyen Türk Milliyetçileri de iyi bilmektedir ki, Dünya Türklüğü’nün baskın dini İslâm olsa da, Dünya Türkleri içerisinde, Hıristiyan, Musevi, Şamanist ve Gök Tanrı inancına inanan Türkler’de vardır.
Yarın Turan kurulduğunda, lâiklik hukuk kuralı en çok Turan Devlet yönetimi için gerekli olacaktır.
Aynı dava için ölüme beraber koşan, Güney Azerbaycan’lı Caferi mezhepli Türk ile, Ehl-i Sünnet mezhepine bağlı Anadolu Türk’ünün, aynı Allah’a dua ve ibadet ettiği yerde, mezhep kavgasına girmemesi ve düşmana fırsat çıkarmaması;
Hırıstiyan Gagavuz Türk’ü ile Azerbaycanlı Müslüman Türk’ün, aynı bayrak altında rahat yaşayabilmesi ve Türk’ün Cihan Hakimiyeti için kol kola yürümesi ancak ve ancak kurulan Türk Birliği’nin yasaları içerisinde lâiklik hukuk kuralının olması ile olacaktır.
Kısacası;
İstanbul’u birinci feth eden Fatih Sultan Mehmed Han’ın da,
İstanbul’u ikinci kez feth eden, Mustafa Kemal Han’ın da İstanbul’u feth ettiklerinde;
“Hektorun öcünü aldım” cümlelerini söylemeleri gibi düşüncelerindeki ve uygulamak istedikleri lâikliğin yukarıda anlattığım lâiklik olduğuna canı kalpten eminim…
Sonuç olarak bu bilgiler ışığında iştişare yazımı şu son cümlem ile bitirmek isterim,
Lâikliği “Lâ-dini”lik olarak tanımlayan, bunu kabul eden ve kendine Müslümanım diyenin kendisini ve inandıklarını gözden geçirmesi gerektiğine inaniyorum tıpkı İmam Maturudi’nin fikirlerine karşı çıkıp hâlâ bizim anlattığımız ve tarihte birçok Türk ve İslâm Devletinin uyguladığı lâiklik anlayışını “din dışı” kabul eden Müslümanların da kendilerini ve inandıklarını gözden geçirmesi gerektiğine inandığım gibi.
Bu yazı düşündürmek için yazılmış olup bu yazıyı yazan yazının bütünü okunduktan sonra hakaret haricinde her türlü olumlu/olumsuz eleştiriye açıktır…
Selam ve saygılarımla…
Murat ÇALIK