Devletin dayandığı esaslardan biri de, milletin refahı ve devletin bekası için gerekli olan adalettir.
Bir devlette adalet yoksa, kişilerin o toplumdaki bakış açısı negatif yönde etkilenir. Bu bakış açısı da toplumda kaosa yol açar…
Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in 1070 yılında devlet teorisinin ana çizgilerini belirlemeyi amaçlayarak, nasihatname şeklinde kaleme aldığı, Kutadgu Bilig’de, adaleti Kün-Togdı temsil etmiş ve adâlet, hükümdârın(yöneticinin) en önemli görevi sayılmıştır.
Nizamü’l-Mülk meşhur Siyasetnâme’sinde, Sultan’ın haftada iki gün adâlet divanı kurmasını bir zorunluluk olarak görür ve gerekçesini de “Sultan’ın mazlumları bizzat dinlediği ve sorumluları takip edip cezalandırdığı memlekette duyulursa, zâlimler korkarak ellerini halktan çekerler” diyerek açıklamaktadır…
Felsefenin babası diye bilinen Platon bir devletin amacının “adalet” olduğunu, en büyük adaletsizliği ise adil olmayıp adil gibi görünmektir demiştir.
Bir devletin yöneticilerinin, devletin bekası ve devamlılığı için kurulmuş olan dengeyi korumakta gerekli olan özeni göstermemesi yani ihmâlkâr olması veya gösterememesi yani zayfılık göstermesi ile halkın tamahkârlığı, adâletin karşıtı olan zulme yol açar.
Devlet dengenin korunması için gerekli olan kanuni düzenlemeleri yapar, uygular ve denetler. Bütün bu işlemlerde araç olarak “bilgi” ve “ceza” kullanılır. Halk bilgi sahibi olmakla sorumlu olmasa da, taklîd etmekle sorumludur. Ceza, sadece suç işleyen için bir karşılık değil, işleyebilecek olanlar için de bir caydırıcılık unsurudur.
Yine Kutadgu Bilig’de;
“Adâlet erdemine sahip olmayan bey, zulme meyletmiş olur ve zâlim adam uzun süre bey kalamaz; halk buna rıza göstermez” denmiştir.
Bugün milletimiz adaletsizlikten dert yanmaktadır. Devlet yönetiminde, gerek toplumsal gerekse kamusal ilişkilerde adalet kavramının içi boşaltılmıştır.
Bununla beraber riyâkarlık yani dışı başka-içi başka tipte “vatandaşlar” ortaya çıkmış, toplumdaki yeni nesiller Türk örf ve âdetlerine göre değil, populist düzen araçlarıyla Türk’ün özüne ters kültürler ile yoğurulmuştur.
Bunun üzerine bir de her türlü ahlâki değerler de günlük çıkar ve menfaatler ile kullanılarak, bu tür ikiyüzlülük ile bir yerlere gelenler çoğaldıkça, yeni nesil de aynı yolu izler olmuştur.
Devleti yönetenlerin adalet kavramının içini boşaltması, suçların ve suçluların gerçek anlamda yani toplum gözünde hakiki olarak cezalandırılmaması, ekonomi politikalarının yanlış planlanması dolayısıyla ekonomik buhranda ve bunalmış birçok vatandaşın olması, eğitimin millî olmaması, ahlâkın çeşitli araçlar ile zayıflatılması, haksızlığın artması, gençlerin riyâkarlığı mübah görmesini sağlayacak donelerin fazlalaşması nedeniyle bugün Türk ve İslam diye bilinen Türkiye Cumhuriyeti’nde ne Türk’e ne de İslâm’a yakışmayacak olayların yaşanmasına neden olmuştur.
Bir milleti millet yapan töredir. Töreyi o toplumun ferdine anlatacak veya gösterecek önce aile sonra devlet yönetimi ve toplumdur. Bir milletin en küçük çekirdeğini oluşturan aile mefhumu kendi öz kültüründen, öz benliğinden uzaklaşmışsa, o milletin devletini yönetenler milletin evlatlarından değilse, toplum da gitgide “nemelâzımcı” olmaya başlamışsa, milletin bir kaosa düşeceği ve sonunun pek de hoş olmayacağı net bir şekilde gözükmektedir.
Bugün camiilerin dolduğu bir zamanda hırsızlığın bu kadar çok olması, başörtülü bayanların çoğaldığı bir ortamda fuhuşun gitgide artması, dini hayata “hassasiyetle” bakan 20 küsür senelik iktidar döneminde tecavüzün, sapıklığın, cinayetin bu kadar çok artması, Türk kimliğini ifâde edenlerin olduğu bir yerde ihanetin gitgide fazlalaşması…v.s zannediyorum bir milletin içerisinde “riyâkarlığın” artmasının ne demek olduğunu gösteren birkaç örnek olabilir…
Bu kadar açıklamadan sonra diyebilirim ki,
Lafa gelince hem Türk hem de Müslümanız diyen bir toplumda devleti yönetenlerin “İslâm adına çalışıyoruz” dediği, devleti yönetenlere oy verenlerin de “Müslümanlara oy veriyoruz” dediği bir zamanda,
Bu kadar rezilliğin, cinayetin, sapıklığın, hırsızlığın, saygısızlığın, bencilliğin vs temelinde adaletsizlik, riyâkarlık, kaybolmuş gençlik, aile mefhumunun toplumda yozlaşması, devlet yönetiminin samimiyetsizliği ve millî değerlerden uzaklaşılması…v.s gibi sebepler yatmaktadır.
İslâmi literatürde, özellikle tasavvufta, “Tanrılık iddia eden Nemrut’un nefsi ile her insanın nefsi aynıdır fakat nefis açık bulduğu kapıdan geçer. O kapıda, dini ve millî terbiye, suç-ceza ilişkisi, aile ve toplum yetiştirilmesi, ahlâki ve töre öğretileri ile kapanacaktır.” düşüncesi vardır.
Bugün ne yazık ki, o kapının sonuna kadar açılabileceği bir ortam vardır.
Her ne olursa olsun, cinayetin hem de son günlerde rastladığımız böylesine insanlık dışı cinayetlerin meşru hiçbir bahanesi olmaz, olamaz…
Bir insanın canına sadistçe kıyanların, tecavüzcülerin, küçük çocuklara musallat olanların suçlarının ispatlanması sonrasında mutlak surette idam edilmesi gerekmektedir. Bunun için de idamın geri gelmesi gerekmektedir.
Kendi adıma, bugünkü adalete ben de inanmamaktayım. Bir üstteki cümlenin olmayacağını da ne yazık ki bilemekteyim. Zirâ bu kut’lu milletin devletini, bu kut’lu milletin evlatları yönetmemektedir.
Adalet yerine getirilmezse, herkes kendine göre adalet getirmeye çalışır ki, bunun sonu kaostur.
Bilinmelidir ki, bir kaosta ilk giden kelleler kaosu çıkartanların işbirlikçileri olacaktır.
Biliyorum bugün “dışarıda” adalet yok fakat “içeride” adaletin olacağına inanıyor ve bekliyorum…
Selam ve saygılarımla…
Murat ÇALIK