İçinde 85 yıldır “Allah En Büyüktür” nidâlarını bekleyen mâbed: Ayasofya
İstanbul’un anıt yapılarından Ayasofya, tarihi geçmişinin yanı sıra mimarisi, mozaikleri ve Osmanlı döneminde yapılmış ekleri ile her zaman gündemde kalmıştır.
Bizans ve Osmanlı kültürlerini araştıranlar bu görkemli yapıya her zaman özen göstermişlerdir.
Ayasofya 916 yıl kilise, 481 yıl cami olmuş, 1935’ten bu yana da müze işlevini sürdürmektedir. (Gerçi son zamlarla gidenin sayısı azalır mı bilemem)
Gün olmuş siyasi gündemi değiştirmek isteyenler, ortada hiç neden yokken Ayasofya’yı dile getirmiş ve dikkatleri bu yöne çekmişlerdir.
Gün olmuş bazı siyasiler de kendi görüşleri doğrultusunda siyasi yatırımlarına bu yapı ile ulaşmak istemişlerdir.
Ayasofya’nın cami veya müze işlevinden hangisinin daha etkin olacağı tartışılmış, bunlar zaman zaman hız kazanmış bir süre sonra da unutulmuştur.
Ne var ki bu konudaki tartışmalar sürerken akıl ve bilimin ışığı altında, konunun boyutları, felsefi görüşün öngördüğü neden ve niçin sorularının yanıtları hiçbir zaman aranmamıştır.
Ayasofya Camii’ni müzeye çeviren kararname çelişkilerle doludur.
Atatürk’ün imzaları birbirine uymazken kararname üzerindeki kayıt numaraları bile birbirine zıttır.
En ilginç konu ise kararnamede “İbadete kapatılacak” hükmünün bulunmamasıdır…
Bu tarihi mekanla ilgili yeni bir çalışma kilise, cami, müze üçlemesinde yaşanan sırları deşifre etmektedir.
Osmanlı Araştırmaları Vakfı tarafından hazırlanan “Üç Devir Bir Mabed: Ayasofya” isimli çalışma, belgeler ışığında Cumhuriyet döneminde muallakta kalmış konulara ışık tutmaktadır.
Yaklaşık 10 yılda hazırlanan eserde “Nasıl müze oldu? Atatürk Ayasofya için ne düşünüyordu? Kararnamede yer alan Atatürk’ün imzası sahte miydi?” gibi soruların cevabı aranmaktadır.
Ayasofya’nın müze yapılmasına giden süreç, Sultan Abdülmecid döneminde Fossati tarafından yapılan restorasyonla başlamaktadır.
Sabine Schlüter’e göre, arkeolojik yaklaşımıyla Fossati, Ayasofya’ya üçlü bir konum getirmiştir; klise, cami, tarihi anıt.
Müzeleşme yolundaki bu ilk adım, Byzantine Institute of America’nın 1931’de başlayan çalışmalarıyla devam etmiştir.
Tartışmaların asıl noktası ise Ayasofya’nın müze haline getirilmesi kararıdır.
Özellikle Atatürk’ün bu konudaki tavrının ne olduğu en çok merak edilen konular arasındadır.
Atatürk’ün Ayasofya ile ilgili sır kalmış görüşleri yine bir sır olarak saklanan üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın aktardığı bilgilerde saklıdır.
Bayar, Atatürk’e Yunan Başbakanı’nın Atina’da kendisine Balkan Paktı’nı kabul edilebilmemiz için Ayasofya konusunu açtığını, “kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir.” dediğini aktarıyor.
Bayar, taviz isteklerini söyleyince Atatürk de ona şöyle cevap veriyor:
“Az önce, Vakıflar Genel Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hali ile harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik. Ayasofya’yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım.”
Bayar bu konuşma sonrasında, Ayasofya Camii’nin müze haline dönüştüğünü iddia ediyor.
Ayasofya Cami hakkında, Cumhuriyet dönemi boyunca çıkarılmış 5 Bakanlar Kurulu Kararı bulunuyor.
Caminin tamiratı ve üzerinde araştırma yapılmasıyla ilgili kararnamelerin yanı sıra mabedin müzeye dönüştürülmesi kararnamesi de halen tartışılıyor.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi için Ağustos 1934’te İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında 9 kişilik bir heyet kurulur.
Heyette Tahsin Öz, Efdalettin Tekiner, Prof. Osman Ferid, Alman Prof. Erkhard Ungar gibi önemli isimler vardır.
Heyet, Ayasofya’nın etrafındaki ana bina haricindeki bütün eserlerin ortadan kaldırılması ve Ayasofya’nın bir müze olarak hazır hale getirilmesi yönünde 27 Ağustos 1934 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’na bir rapor sunar.
Raporda, ibadet kısmının kapatılıp Bizans Asarı Müzesi haline getirilmesi maddesi yer alır.
Sadece Alman Profesör Erkhard Ungar, mabet kısmının aynen açık kalması gerektiği yönünde ısrar eder.
İbadet kısmının kapatılmasına razı olmaz!
Heyetin önerisi aynen uygulanır. Caminin etrafındaki yapıların yıkılması için Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden yardım istenir. Ancak müdürlük, “Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi üzerinde söz söylemeyi Evkaf Umum Müdürlüğü salahiyeti dışında bulur.” şeklinde cevap verir.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı’nın tapu kaydını isteme teklifini de geri çevirir. İstimlak edilen yerlerle caminin ve hariminin bir parselde toplanarak tapu kaydının hazine adına tashih ve tescili istenmişse de Vakıflar, kanunun buna mani olduğundan bahisle teklifi reddeder.
Vakıfların kendi alanında göstermiş olduğu hassasiyeti Atatürk’ün başka bir alanda gösterdiği ortaya çıkıyor.
Atatürk, mabedin müze olmasını istemişse de ibadet kısmının müzeyi dönüştürülmesine razı olmaz, hatta bundan rahatsızlık duyar.
Gazeteci Ziyad Ebuzziya bu gerçeği şöyle anlatıyor:
“Ayasofya işini inceleyen komisyonun cami kısmını da müzeye çevirmek teklifinde bulunduğu Bab-ı Ali’de duyulmuştu.
Komisyon’un bu yersiz ve üzücü düşüncesinin, hükümetçe ne dereceye kadar benimsendiğini öğrenmek üzere Velid Bey, beni Maarif Vekili ve Dahilliye Vekiline gönderdi.
Abidin Özmen Bey’i (Maarif Vekili) ziyaret ederek Ayasofya hakkında, vekaletinin tasavvurlarını sordum.
Rahmetli Ayasofya’nın ibadete kapatılmasının söz konusu olup olmadığını sorunca, irkildi ve ‘İbadete kapatmak mı?
Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç?
Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur.’ dedi.
Vekilin bu sarih teminatına rağmen endişeliydim. Kendisi Atatürk’ün yakını değildi.
Buna mukabil, o sırada dahiliye vekili olan Şükrü Kaya Bey ise, Atatürk’ün yakınıydı. Kendisine gittim. Aynı suali sordum.
Rahmetli Şükrü Kaya Bey de ‘Kesinlikle söz konusu değil.’ dedi ve ilave etti: ‘İbadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk fena halde kızdı.’ dedi.”
Ziyad Ebuzziya, Maarif Vekili’nin Başvekalet’e gönderdiği 14 Kasım 1934 tarihli tezkirede yer alan “eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesinin bütün şark âlemini sevindireceği…” ifadesinin, Ayasofya’nın ibadet kısmının kapatılmayacağını açıkça göstermekte olduğunu ifade ediyor.
Ancak Dönemin Maarif Vekili Abidin Özmen’in Başbakanlığa gönderdiği bir teklif yazısı Ebuziyya’nın görüşleriyle çelişiyor.
Özmen Başvekalete yazdığı teklif yazısında, “Ayasofya, müzeye çevrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır.
Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camide dini vazifelerini yapabileceklerdir.” ifadesi yer alıyor.
Ve Ayasofya 24 Kasım 1934’te Bakanlar Kurulu Kararı ile resmen müzeye çevriliyor.
Ancak, kararnamenin fiziki özellikleri ve kararnamede yer alan Atatürk imzalarındaki çelişki birçok soruyu beraberinde getiriyor.
Kararnamenin birinci sayfasında Kararlar Müdürlüğü, ikinci sayfasında Muamelat Müdürlüğü antetli kağıt kullanılmış.
Bu farklılık tek başına bir şey ifade etmeyebilir.
Ancak farklılığın kararname şartlarındaki diğer tutarsızlıklarla birlikte görülmesi, kararname üzerindeki şüpheyi artırıyor.
Bu kararname, 24 Kasım 1934 tarihli ve 1589 sayılı.
Halbuki 22 Kasım 1934’te çıkan en son kararname numarası 1590-1606 arasında?
Ayasofya kararnamesi bu tarihten iki gün sonra çıkarılmış görünüyor. Dolayısıyla kararnamenin numarası 1606 sayısını takip eden bir sayı olması gerekiyor. Halbuki kararnamenin numarası, tarihi sonra; sayı numarası ise daha önceki tarihlere ait.
Üstelik daha önceki ve sonraki tarihlerde de bu sayılı bir Ayasofya kararnamesi bulunmuyor.
24 Kasım 1934’te düzenlenen kararnameler 1613 ve 1614 numaralı. Takip eden 25 Kasım 1934 tarihinde ise bir kararname düzenlenmemiş. Bu durum dikkate alınırsa Ayasofya Kararnamesi muteber değil görüşü ağırlık kazanıyor.
Atatürk’ün imzası meselesi;
Bir tutarsızlık da kararname üzerinde bulunan ve Atatürk’e ait olduğu bildirilen imzayla ilgili.
Atatürk’ün Soyadı Kanunu’ndan önce “Gazi Mustafa Kemal” imzasını kullandığı, Ayasofya Kararnamesi’nin de 27 Kasım 1934 tarihli Soyadı Kanunu’ndan 3 gün önce çıktığı dikkate alınırsa bu çelişki daha da artıyor.
Zira Kararname’de ikinci kelimesi küçük ‘a’ ile başlayan bir yazı şekli ile “K.atatürk” imzası bulunuyor.
Tarihçi Cemal Kutay, Atatürk’ün soyadını 26 Kasım 1934’ten sonra yani 27 Kasım’dan itibaren kullandığını belirtiyor.
Reis-i Cumhur ‘Gazi Mustafa Kemal’e verilen “Atatürk” soyadının kullanılması 2587 sayılı kanun gereğince 27 Kasım 1934’ten sonra ancak mümkündür!
10 yıldır Ayasofya konusunu çalışan Yrd. Doç. Dr. Yaşar Baş, bu ayrıntının göz ardı edilmemesi gerektiğini söylüyor.
Baş’a göre Atatürk hukuki olmayan bir riske düşmez.
“Bu imza doğru kabul edilirse Atatürk bir gün önceki imzasının aksine, ancak Soyadı Kanunu’ndan 3 gün önce ‘Atatürk’ soyadını kullanmış.” olur diyen Baş,
“Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak kanun çıkmadan önce hukuki olmayan bir riske düşme pahasına Atatürk soyadını kullanarak bir imza atmayacağı ayrıca düşünülmesi gerekiyor.
Atatürk’e soyadı verilmesiyle ilgili kanuna göre de Ayasofya Kararnamesi geçerli değildir.” diyor.
Atatürk’ün söz konusu kararnamesinde yer alan imzası, normal imzası ile de örtüşmüyor.
Bu durum İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 30 Ocak 1997 tarihinde de sabitleniyor.
İsmail Kandemir isimli bir vatandaşın başvurusu üzerine Atatürk’ün imzasını inceleyen Emniyet, bu sonuca varıyor.
Ancak Atatürk’ün, müzenin açılışına bizzat katılması gerçeği de göz ardı edilmemelidir…
1924 Anayasası’nın 46. maddesine göre Bakanlar Kurulu, hükümetin genel politikasından sorumludur ve bu görevi yerine getirirken kararname de çıkarabilir.
Ancak 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 52. maddesinin 1. fıkrasına göre, böyle bir kararname çıkarılabilmesi için anlaşmazlık halinde müracaat edilmesi gereken en üst mahkeme olan Danıştay’dan bu konuda görüş alınması ve Danıştay’ın mütalaasının da kararnameye eklenmesi gerekirdi.
Hukukçulara göre kararname, bu şartlar açısından da eksik olduğu için geçersiz sayılıyor.
Yaşar Baş, bütün bu eksikliklere rağmen, Ayasofya’nın netameli bir kararnameyle müzeye dönüştürülmesinin birçok hukuk ihlaline sebep olduğunu söylüyor:
“Bu uygulamalar halen mevcut olan kanunlara ve Anayasa’ya aykırıdır. Bu hukuki gerekçe bilinmesine rağmen Ayasofya halen gerçek kimliğinden uzak tutuluyor.
Kaldı ki, Ayasofya ille de başka bir kişi veya müesseseye mal edilecekse, ki bu doğru bir şey değil, Fatih’in vakfiyesinde kaydedildiği gibi, ancak ve ancak onun vârisi olan kimselere verilebilir.
Çünkü Fatih’in şahsi mülküdür ve halen onun üzerine tapuludur.”
Girişinde Fatih Sultan Mehmet’in mührünün bulunduğu Ayasofya Vakfiyesi, 63.5 metre uzunluğunda.
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde bulunan vakfiye, 1950’de bir sergi için İngiltere’ye götürülüyor. Ancak, büyük zarar görüyor. Yırtılmış, yıpranmış halde tekrar Türkiye’ye getirilen vakfiye yaklaşık 5 metresi eksik geliyor. Kesik parçaların nerede olduğu ve kimler tarafından koparıldığı hâlâ çözülmüş değil. Türkiye’de ilgili makamların bu konuda bir araştırma ve çalışması da bulunmuyor.
Daha Detaylı Bilgi için;
*Erdem Yücel “Belgelerin Işığı Altında Ayasofya’nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler” Türk Dünyası Araştırmaları, İst., 1992 S.78, s.183-222
…
Ayasofya’nın ibadete açılması en çok adalarımızı işgal eden yunan’ın moralini bozar.
Kıbrıs ve 12 adalar meselesinde iyice şımaran yunanistan’a bir ders vermek olmaz mı?
…
Şimdi gelelim asıl meseleye…
100 yıl önce bir kin ve intikam yuvası olan Ermeniler için önemli olan bir yerden bahsedeceğim; Akdamar Klisesi…
Van Gölü havzasındaki bütün isyanların, katliam planlarının yapıldığı yer, bu kilsedir.
Van Gölü havzasında on binlerce masum insanımız; kadın, çocuk, genç, ihtiyarımız öldü.
Sadece Bitlis ve çevresinde arşiv kayıtlarına göre 68.188 insanımız ermenilerce katledilmiştir.
Bütün bu katliamların planlandığı yerdir Akdamar Klisesi…
Bu kliseyi, benim-senin verginle ermeniler’e, Sümelada’ki pontusçuların hâyali olan kliseyi de rumlara tekrar ibadete açanlar,
Acaba Ayasofya’nın müze olması ve ibadete kapatılmasını ön gören kararnamenin “hukuki” açıdan sakıncalı olduğu ispat edilmişken Ayasofya’yı neden ibadete açamıyor?
Akdamar’ı ve Sümela’yı ermeni ve pontusçulara ‘ayin’ yani ibadet için açanlar, Türkiye’de klise evlerin fazlalaşmasına müsaade edenler bunları İslam hoşgörüsüne(!) göre yapıyorsa,
Müslümanlara neden hoş görünmek için Çamlıca’da kocaman ve bir o kadar da maliyetli cami yapacaklarına,
Asırlardır İslam’ın gözbebeklerinden sayılan atam Fatih Sultan Mehmet’in emaneti Ayasofya’yı ibadete açmıyorlar?
Hani biz büyük devlettik?
Hani ümmettin başı idi?
Hani ümmet bölünmesindi?
“Van minüts”ler bitti mi acaba?
Yoksa yemez mi?
Saygılarımla
Murat ÇALIK