23 Nisan 1920 günü Meclis açılmış. İstiklal harbi başlamış. Ordularımız, Anadolu’yu işgal edenlerle savaşıyor. Yunan ordusu Ankara yakınlarına kadar ilerlemiş.
Meclis bu ortamda, yeni kurulan Türk Devleti için bir İstiklal Marşı hazırlatmak istiyor. 1920 yılı sonlarında bu amaçla bir şiir yarışması açılıyor.
Katılımcılara 6 ay süre veriliyor.
İstiklal Marşı yarışmasına bu süre içerisinde tam 724 şiir gönderiliyor. O zamanki adıyla Maarif Vekaleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı, bu şiirleri değerlendirmek için bir komisyon kuruyor.
O dönemin Türkiye’sinde iletişim olanaklarının neredeyse sıfır olduğu bir ülkede yarışmaya katılan 724 şiir tek tek okunuyor, içlerinden 6 şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıyor ve milletvekillerine dağıtılıyor.
Ayrıca kazanan şiir için 500 lira ödül var. O zaman için çok büyük bir para.
O sırada Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Ankara’ da yaşayan ve aynı zamanda milletvekili olan ünlü şairimiz Mehmet Akif (Ersoy)’ dan da bir şiir istiyor.
Bunun üzerine Mehmet Akif Bey;
“Ben mebusum (milletvekiliyim), müsabakaya katılmam. Ayrıca bir şiir yazıp size veririm” diyor.
İstiklâl Marşını Ankara’daki Taceddin Dergahı’nda yazıyor.
“Kahraman ordumuza” ithaf ettiği şiir bittiğinde, Maarif Vekaleti’ ne teslim ediyor.
Böylece yarışmaya 7. şiir de katılmış oluyor.
Müsabaka sonuçlanıyor.
Mehmet Akif Bey’ in şiiri Meclis kürsüsünden Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından büyük bir coşkuyla okunuyor.
Büyük tezahürat ve alkışlar arasında ve oybirliği ile İstiklal Marşı olarak kabul ediliyor.
Tarih 12 Mart 1921.
İstiklal Marşı şiiri kabul edildikten hemen sonra, kürsüden bir kez daha okunuyor ve bütün milletvekilleri bu kez ayakta dinliyor. Meclis yetkilileri birkaç gün sonra Mehmet Akif Bey’ e 500 liralık para ödülünü vermeye geliyorlar. Almayı reddediyor.
“Ben müsabakaya girmedim. Bu para benim hakkım değildir ve bana ait değildir” diyor.
Meclis yetkilileri ısrar ediyor.
“Bu parayı kasamızda tutamayız. Siz alın, isterseniz bir yere bağışlayın” diyorlar.
Mehmet Akif Bey bunun üzerine parayı alıyor ve hastanede yatmakta olan gazilerimize bağışlıyor.
Ve bu üstün dava adamı şu önemli sözü tarihe not düşüyor…
“Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!..”
27 Aralık 1936’da ebediyete uğurladığımız, İstiklâl Marşımız’ın şairi, Millî Şairimiz, bir üstün karakter ve dava adamı, Mehmet Akif Ersoy’u rahmet, minnet ve özlem ile anıyorum…
Bu vesile ile Millî Mücadele sırasında kendisinin Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde yaptığı hitabeyi bizlere örnek olması ve okunması dileğimle paylaşmak istiyorum.
Ruhu şad, mekanı cennet olsun…
Murat ÇALIK
…
MEHMET AKİF’İN BALIKESİR HİTABESİ
( 23 Ocak 1920, Balıkesir Zağnos Paşa Cami )
Ey Müslümanlar!
Evet.. Biz Müslümanlar; cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, sınırsız inkılâblar geçirirken uzaktan seyirci saflığıyla baktık. Bilhâssa şu son senelerde başımıza birçok felaketler yağdı. Daha da çilemizi doldurmadık.
Sebebi: Hep seyirci kalmamız; Dinimizin emirlerine olduğu kadar, dünyanın gereklerine karşı da ilgisiz durmamızdır.
Hayat, herkesin hakkıdır. Evet, bütün mahlûkât, yaşama hakkına sahiptir. O halde Allah’ın diğer mahlûkâtları arasında bizim de yaşama hakımız vardır. Lâkin bilirsiniz ki “haklı olmak” başka, “haklı çıkmak” yine başkadır. Hangi hak olursa olsun, bir hukuku olmadıkça sahibine hiçbir menfaat temîn etmez.
Bugün hangi milletin adaletine müracaat ederseniz edin, elinizde gücünüz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsanız; onun insanlık hislerine, medeniyet hislerine sığınmaya kalkışırsanız; hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz.
Hukukun seviyesini yükseltebilirsen, hangi mahkemeye gidersen git, hakkını ancak o zaman alabilirsin. Yoksa milyonlarca, milyarlarca mahlûk: “Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz… “ diye haykırıp dururken, senin benim gibi bir miskin bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş hiç tesiri olmaz, hatta duyulmaz.
Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz Müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayan, yürüyemeyen çocuklar gibi yerlerde emekler dururken, bir de gözümüzü açıp gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar.
Biz Bandırma’dan İstanbul’a kadar adam akıllı vapur işletemezken adamlar, denizlerin altından geçiyorlar. Newyork’tan dalıyor, Hamburg’tan çıkıyorlar ki oradaki mesâfe bizim vapurların ayağıyla bir aylık yoldur. Berlin’den uçuyorlar, Trabzon’a konuyorlar.
Biz ise hâlâ yeryüzünde yürümeyi beceremedik. Tabiat bin çelik pazıya sahipken, insanın bir cılız kolu nasıl kâinâta hakim oluyor? Tabiat kuvvetlerini nasıl bu kadar hakimiyeti altına alabiliyor?
Hayır, yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, ortak bir hedefte birleşmişler, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki, birleşemeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramayacaklar. Demek ki birleşmekte zarûret var. Bu anlaşılmış olmasaydı, birleşmeleri de mümkün olmazdı.
İşte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarûreti görünce birleşmişler, biz ise o zarûreti görmediğimiz için bu birliği vücûda getirememişiz, yahut gördüğümüz halde vahdeti sağlama cihetine yanaşmamışız.
Bugün bir insan hayatın, geçim şartlarının, ihtiyaçların aldığı tarz itibarıyla, tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler; şirketler, cemiyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, ne hastaneler, ne camiler, ne mektepler, ne ticaretler, ne de din ve vatanı müdâfaa edecek toplar, tüfekler cephaneler…kısaca herhangi bir şey ferdi gayret ile, yani tek başına çalışmakla kabil olmuyor.
Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fayda temin etmiyor. Ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o vakit bu gayretin yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebiliyor.
Mademki tek başına yapılan bir çalışmanın kıymeti yoktur, biz de aramızda birliği sağlayacak topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cemâatsiz yaşamaya, cemâatten ayrılmaya gelmez. İslam Cemaatinin bir ağırlık peydâ etmesi için çalışmalıyız. Ufak sebeplerle birbirine küsmemeli.
Biliyorsunuz ki yabancılar asırlardan beri tefrika tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsûl aldılar. Biz gözümüzü açsaydık bugün altında inim inim inlediğimiz şu felaketleri elbette görmeyecektik.
Her ne ise, geçmiş üzüntülerin bir faydası yoktur. Maziden yalnız ibret alınır.
Eğer Müslümanlar yaşamak istiyorlarsa; cemâat arasında nifaka, şikayete, dargınlığa meydan açabilecek en ufak sözlerden, en ehemmiyetsiz gibi görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok, yaşamak istemezlerse ona diyecek yok.
Ancak bu hal ile insan gibi yaşamak elde olmadığı gibi, (sıradan bir) yaşamak da elde değildir. Çünkü biz, – Allah korusun- hayat hakkımızı kaybettiğimiz gün mahkumiyet felaketine düşeriz ki; bizi tahakkümleri altına alanların nazarında bir esirden farkımız kalmaz. Hayat gibi bizi kendi hesaplarına işletirler, sırtımızdan menfaatlerini temîn ederler.
Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü, ordu ordu getirilmiş renk renk mahkum milletlerin ne halde bulunduklarını gözlerimizle gördük. Allah korusun, sonra biz de onlar gibi oluruz. Biz sığırlarımızı, binerlerimizi nasıl kullanıyorsak, onlar da bizi öylece kullanırlar.
Acaba biz Müslümanlar niçin bu halde düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyâsîlerimiz, ediplerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbâl için ümit verecek bir şey söylemediler.
Ben çocukluğumdan beri: “Biz yaşamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!” nakaratından başka bir şey işitmedim.
“Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun…”diye sizleri gayret mücadelesine sevk edecekleri yerde, her önüne gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize ümitsizlik mayası aşıladı.
Aslında gelişmeden bahsederlerken demeleri gerekirdi ki: “Evlatlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesâfe var. Bu mesâfeyi telafi edecek sûrette çalışınız. Sakın me’yus olmayınız. Sakın azmînize düşkünlük getirmeyiniz!..”
Evet.. Böyle demeleri gerekirdi. Lâkin demediler. Üstüne üstlük, yüz binlerce halk bu devletin batacağına inanıyordu. Bir taraftan Avrupalıların gelişmesi gözlerimizi kamaştırdı, diğer taraftan muhîtimizin bu gibi olumsuz telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Hâlâ o ümitsizlik ruhlarımızda hükümdardır.
O Kitab-Ullah ki birçok âyet-i celîlesiyle “ümit-i İslâmiye”yi yeisten, azimsizlikten tahzîr ediyor: “Oğullarım gidiniz, Yusuf’la kardeşini araştırınız. Sakın Allah’ın yardımından ümîdinizi kesmeyiniz. Zirâ şunu iyi biliniz ki, kafirlerden başkası Allah’ın inâyetinden ümîdini kesemez. O’nun merhametinden ümîdi kesmek küfürdür.” (Yusuf, 87)
Sonra süre-i Hicr’de buyuruluyor ki: Bu âyet-i kerîme Hazreti İbrahim’in lisanından vârid olmuştur.
Melekler: “Allah sana halim selim hayırlı oğul ihsân edecektir” dediler. O da “Ben artık doksan yaşına geldim. Bundan sonra çocuğum olur mu?” deyince; “Bizim sana verdiğimiz müjde haktır, doğrudur. Sakın bu saâdetin husûl bulacağından ümîdini kesme, Allah’ın inâyetinden ye’se düşme” dediler. Bunun üzerine Hazreti İbrahim: “Hâşâ, Cenâb-ı Hakkın inâyetinden, kereminden ancak dalâle düşenler ümîdini kesebilirler, ye’se düşebilirler” buyurdular. (Hicr, 56)
İman erbabı için ümitsizliğe düşmenin imkanı yoktur. Velhâsıl İslâm’da Allah’tan ümîdi kesmek haramdır. Haram da değil, küfürdür, şirktir. Ancak Mevlâ’nın merhametine bel bağlayanların, O’nun emrettiği yolu unutması tabii ki caiz değildir: “Allah’ın inayetinin te’mîni için elbette o inayete velev cüz’i olsun istihkâk lazım. Feyyâzda bahl yoktur. Şu kadar var ki o feyzâ isti’dâd şarttır.”
Kitab-Ullah’da buyuruluyor… Evet, bu âyeti kerîme açıkça gösteriyor ki Allah yolunda, Hak yolunda mücahede edenler için tevfîk, hidâyet vaad edilmiştir, muhakkaktır. O halde daha ne istiyoruz. Ne için bu feyize, bu inayete kabiliyet gösterebilmek için çalışmıyoruz. (Ankebut, 69)
Bu dünyada hiçbir şeye güvenilmez. Ne servete, ne sıhhate, ne akla, ne îlme, ne ahlâka… Kısaca hiçbir şeye dayanılmaz, güvenilmez. Bakarsınız milyonlarca servet mahvolur, en metin sıhhatler bir an içinde devrilir; en temiz huylar değişir, kirleniverir.
Sözün özü; maddî, manevî, rûhanî, cismânî, ne varsa hiçbiri için sonsuzluk tasvir edilemez. Kuvvetli görünen hükümetler çöker, dünyaya meydan okuyan saltanatlar bakarsınız yıkılır gider. Dünyaları huzurunda titreten kudretler bir varmış bir yokmuş sırasıyla gider.
Güvenilecek, dayanacak bir şey vardır ki o da ancak Allah’ın merhameti, Allah’ın inâyetidir. İlahi emirlere inkıyad eylemeli, nevâhiden sakınmalı. İslâm Cemaati (Müslümanlar) el ele vermeli, çalışmalı.
Evet, vahdet lazımdır; dünya için de, âhiret içinde…
İslâm bundan Bin 300 sene evvel dünyanın en ücra bir köşesinde karanlıklar arasında bir kandil gibi parladı. Çok kısa bir zaman içinde o kandil büyüdü, bedir oldu. Daha büyüdü, güneş oldu. Nuru bütün kâinâtı kapladı. 25 sene zarfında yirmi 25 Bin senelik bir yükselişe sahne oldu. Bu yükselişin sırrı, sahâbî-i kirâm hazretlerinin el birliğiyle çalışmaları idi. İslâm’dan evvel aralarında senelerce, hatta asırlarca süren birçok kanlı muharebeleri yaşatan ne kadar kabile gürültüleri, aşiret kavgaları varsa hepsini unuttular.
Bilirsiniz ki ashâb-ı kirâm iki kısımdır: Ensar, Muhacir. Bu isimler Cenâb-ı Hak tarafından kendilerine verilmiştir. “Ensar” esasen Medine’de bulunanlardır. “Muhaciriyn” ise evvelce Mekkeli olup da müşriklerin ezâ ve cefâsından dolayı Peygamber Efendimizin arkasından Medine’ye hicret edenlerdir.
Bu “Ensar”ın “Muhacirler”e karşı yaptıkları fedakârlıkların dünya tarihinde hiçbir misli görülmemiştir.
Ensâr-ı kirâm , (Evs) ile (Hazrec) kabilesine mensuptur. Bu iki kabile esasen amca çocuklarıdır. Lâkin zamanla “Evslik-Hazreclik” meselesi bu iki kabileyi birbirine düşman yaptı.
Değil ilkel cemiyetler, en ileri milletlerde bile, asabiyet gürültüleri en müthiş çılgınlıklara sebebiyet verir. İşte bunların beyinlerindeki savaş yüz seneden fazla devam etti. Hatta hicretten bir sene evvelde aynı şekilde tazelenmişti. Bunlar İslâm ile müşerref olunca İslâm onları barıştırdı. Kardeş oldular. Peygamber aleyhisselam, onları kucaklaştırdı. İslâmın yayılması için için canlarını fedâ etmeye başladılar.
Sahâbe-i kirâm efendilerimizin giydikleri libâslar neresinden eskirdi, bili misiniz? Omuzlarından. Çünkü daima cemâatle kıldıkları namazda saflar adeta sabun kalıpları gibi. O ayrı ayrı vücûdlar yekpâre birer duvar kesilirdi.
Görüyorsunuz ya, Peygamber Efendimizin safları düzeltmeye atıf buyurdukları ehemmiyet, neden dolayı imiş. Hep Müslümanlar arasındaki birliği (Vahdet) temîn etmek imiş.
Fakat Müslümanların bu hali o zaman Medine’de bulunan Yahudilerin hiç hoşuna gitmiyordu. Hatta günün birinde şöyle bir vâkıa oldu: İhtiyar Yahudinin biri baktı ki Ensardan birkaç genç bir arada oturmuşlar, tasvir edilemeyecek bir samimiyetle konuşuyorlar, sohbet ediyorlar. Herif bunu görünce İslâm’ın ateşinden kendi hesabına ürktü. İçi gıcıklandı. Ne olacak bu?” Dedi. “İş biraz daha giderse bize ekmek kalmayacak…”
Bunun üzerine bir delikanlı Yahudi buldu. “Git şunlara. Evs ve Hazrec arasındaki vukuâtı hatırlat, geç..” dedi. O da gitti. Her iki tarafa ait şairlerin vaktiyle olup biten maceraları musavver olmak üzere söylemiş oldukları şiirleri okudu. Bunun üzerine gençlik kıvılcımıyla her iki tarafın kabadayılık damarları galeyana geldi. Her biri kendi kabilesinin kahramanlığını sayıp dökmeğe başladı. İş büyüdü.
Hatta biri: “İsterseniz o geçmiş vâkıaları tazeleyebiliriz” sözünü ortaya attı. Bunun üzerine ötekiler: “Hay hay! Sizden ne korkumuz var?” dediler. Hepsi ayaklandılar, silahlarını alıp Medine haricindeki taşlık bir vadiye çıktılar.
Muharebe başlamak üzere iken hadiseden haberdar olan Peygamber Efendimiz hemen oraya koştular. Hazreti Peygamberi görünce her iki taraf durdu. Peygamber Efendimiz yüksekçe bir yere çıkarak, gayet etkili ve beliğ, şu hitabeyi irad buyurdular:
“ -Ey Müslümanlar! Allah’tan korkunuz, Allah’tan korkunuz! Aklınızı başınıza alınız, daha ben sağ iken henüz aranızda bulunuyorken cahiliyet davalarıyla mı ayaklanıyorsunuz? Bu hareketlerinizin akıbetinin nereye varacağını düşünmüyor musunuz?”
Bunun üzerine her iki tarafın aklı başına geldi. Yaptıklarından pişman olarak ağlaşa ağlaşa sarmaşıp barıştılar. İşte bu vâkıaya müteakiben şu âyet-i celîle nazil oldu ki: Bu ayetlerin meâli şöyledir:
“Ey Müslümanlar! Kendilerine sizden evvel kitap gönderilenlerden bir kısmına uyacak olursanız, siz şeref-i iman ile müşerref olmuşken onlar sizi yeniden neuzubillah küfre sokarlar. Ya siz henüz aranızda Cenâb-ı Hakkın âyet-i celîlesi okunup dururken, Allah’ın peygamberi içinizde yaşarken nasıl bu suretle küfr yolunu tutarsınız? Kim Allah’ın gönderdiği rabıtaya sımsıkı sarılacak olursa doğru yolu bulmuş olur.
Ey Müslümanlar!
Allah’tan nasıl korkmak icap ederse öylece korkunuz! Ve ancak Müslüman olarak Müslümanlıkta can veriniz, sonra hepiniz birden cebel-i ilahîyeye sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık gayrılık girmesine meydan bırakmayınız.
Hani sizler birbirinize düşman idiniz; Cenâb-ı hak kalblerinizi feyz-i İslâm ile birleştirdi de onun sâye-i nimetinde kardeş oldunuz. Hani sizler bir zaman ateş çukurunun ta kenarına kadar gelmiştiniz de Cenâb-ı hak sizi oradan kurtarmıştı.
İşte, belki hidayet yolu bulursunuz diye Cenâb-ı Hak âyet-i celîlesini size böyle sarih olarak tebliğ buyuruyor.”
İşte bin üç yüz bu kadar sene evvel nazil olan bu âyet-i celîliyenin hükmü kıyamete kadar bâkîdir. İniş sebebi olan hadise maalesef tekrar edip duruyor.
Dolayısıyla, Müslümanlar arasında ayrılığa gayrılığa sebep olacak en ufak hadiselerden, dargınlığı yol açacak en hafif hareketlerden, sözlerden kesinlikle çekinilmelidir.
Fırkacılık-grupçuluk, bunlar artık susmalı. El birliğiyle bugün vatanı müdâfaa eylemeliyiz. Asla me’yus olmamalı, emin olmalıyız ki canla başla çalışırsak, aradaki tefrika sebeplerini kaldıracak olursak İslâm vatanını kurtarırız. İnşâallah bundan sonra İslâm âlemi hakkındaki tecelli-i celâli cemale inkılâb edecektir.
Önümüzde hamdolsun birçok başarılar var. Bugün bütün Müslümanlar uyandı. Gerek dünyayı, gerek kendilerinin dünyadaki mevkiîlerini artık anlamaya başladı. Sonra gözleri büsbütün açıldı.
Müslümanlar kendi başlarını kurtarmaya, kendi yaşama haklarını kazanmaya çalışmazlarsa kıyamete kadar zillet içinde, miskînlik içinde kalacaklarını anladılar. Ona göre çalışmaya başladılar. Başkalarından merhamet, adalet dilenmenin, insanlık hakkı beklemenin pek beyhude olduğunu bilfiil gördüler; asırlardan beri dalmış oldukları uykudan artık silkiniyorlar. İnşâ’allah bu intibah devam edecek, bütün İslâm dünyasına yayılacak; yakın zamanda bir gün gelecek ki İslâm, asırlardan beri kaybettiği şevketini, kudretini, büyüklüğünü yine –yeniden-gösterecektir.
Bütün aleyhimizdeki cereyanlar biraz değişmiş, eskisinden biraz daha iyileşmiş görünüyorsa, emin olunuz ki bu inkılâb hep vatan müdâfası yolunda bilinen bu mücahedelerinizle, İslâm âleminin lehimizdeki galeyanları, tezahürleri sayesindedir.
Ey cemâati Müslimin!
Memleketlerinizi kurtarmak için devam eden cihadınızda bir noktaya son derecede dikkat etmelisiniz. Bu hareketlerin, bu himmetlerin din ve vatan savunması uğrunda sarf edilmekte olduğu dost ve düşman nazarında tamamıyla anlaşılmamalıdır. Fırkacılık, menfaatçilik gibi hislerden kesinlikle uzak olduğuna yakındakiler, uzaktakiler tamamıyla kanâat gelmelidir. Bu kanâati zerre kadar sarsacak bir harekete, bir söze kimse tarafından meydan verilmemelidir.
Husûsî emeller, husûsî ictihâdler yine husûsî olarak sahiplerinin kafasında, kalbinde kalmamalıdır. Çünkü gaye birdir. Efrat tarafından o müşterek gayeye karşı gösterilecek ufacık bir eksiklik bile, son derece muhtaç olduğumuz Birliği temelinden sarsmaya kafidir. Onun için bundan son derecede sakınmalıdır.
Cemâat içinde herkesin üzerine düşen bir vatan vazifesi, İslam’ın bir farizâsı vardır ki, bu yolda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu husûsta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm-i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor.
Bu nâmerd taarruza karşı koymanın; kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, her fert için farz-ı ayn olduğu bilhassâ hatırdan çıkarılmamalıdır. Bugün herkes elinden gelen gayreti sarf etmek ile mükelleftir.
Büyük Osmanlı saltanatının yükselmesi, yayılması için “Karesi”nin, bu kahraman İslâm muhîtinin vaktiyle ne büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin mâlûmudur.
Rumeli’ni baştanbaşa feth edenler hep bu topraktan yetişmiş babayiğitlerdir. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz.
Anadolu’yu müdâfaa hususunda diğer vilayetlere ön ayak olmak şerefini siz ortaya koydunuz. Gayretiniz teşekküre değerdir. İnşâ’llah bu şân ve şeref kıyamete kadar artar gider.
İnşâ’allah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saâdeti, refahı, umrânî dünyalar durdukça masûn ve mahfûz kalır.”
Mehmet Akif ERSOY